• Mustafa Duymaz

Ufka Veda

7 – 27 Mayıs 2014

Çatışmalı İçeriklerden Manzaralar ve Kent Hakkı’na İlişkin Görsel/Düşünsel Notlar

“Kent yaşamı ve özellikle kent için (kentin korunması ve yenilenmesi için, kent hakkı için) mücadele, birden fazla devrimci eyleme bir hedef ve çerçeve sunabilir.”1 Lefebvreci bu düşünüş, rönesans hümanizminden başlayıp Picassoya değin süren, sanat nedir? Ne için yapılır? Sorularına da gerekli bir yanıt olarak düşünülmelidir. Picasso’nun “…resim evlere süs olsun diye icat edilmedi. Resim, düşmana karşı savunma ve saldırı için bir savaş aracıdır”2 yanıtını, kent hakkının korunma mücadelesinin bir parçası olduğunu unutmamalıyız.

Ortaçağ ve Rönesans gibi, 19. Yüzyıl kent resimleri de resimsel oldukları kadar ondan fazla içerimleri taşımaktadır. Tarihsel ve coğrafi oldukları kadar ekonomik, sosyolojik (politik, kentsel ve mimari) birer okuma irdeleme belgeleridir bu yapıtlar. Ayrıca perspektif, boyasal değerler gibi plastik imgelemin inşasına ilişkin bir dizi olmazsa olmazlar, sanatsal rejime ait birçok unsur da tuvalin, yüzey çalışmalarının araştırma hipotezidir. Sanatçılar bir araştırıcı, sorgulayıcı olarak bu kavşakları, yol ayırımlarını, geleneğin derin izlerinden koparak yaratmışlardır. Bugünlerde de Wall Street, Portekiz’deki gerilimlerin, Yunanistan, İspanya, Brezilya ve bizde Gezi Parkı ile yükselen halk hareketlerinin ana nedenlerinin bu politik estetiğin olduğu ise açıklama bile gerektirmez. 19. Yüzyılda bireyin içine düştüğü Munch’cu gerilimi şimdi de dünya, dünyanın kalbi kentler yaşamakta. Kentler, küresel düzeyde yeniden fethedilip, insani içeriklerinden, biriktirilmiş her türlü katmanlarından soyularak yeniden ve yeniden inşaat alanlarına maruz bıraktırılırken sanatçılar da Goya gibi, Picasso gibi, Lefebvre’nin sözünü ettiği kent hakkı’nı savunmaya geçmekteler. Son küresel krizden çıkamayan kapitalizm bu kez de şehirleri yeniden sömürme, insanların geleneklerini yaşama biçimlerini yapısökümüne uğratmaktalar.

Bugünün savaş biçimleriyle hepimizi şaşkınlığa uğratan küresel sermaye insanlığa ve doğaya doğrudan işgaller ve askeri operasyonlarla saldırmıyor. Saldırılar sadece Doğu’ya ya da uzak Asya’ya yöneliyor da değildir. David Harvey’in “1929, 1973, 1987 ve 2000 krizlerini önceleyen gayrimenkul patlamaları birer mızrak gibi öne çıkıyor. New York şehrinde etrafa bakınca gördüğümüz binalar “mimari bir faaliyetten öte, yaygın bir finansal olguya dalalet eder”3,  derken dikkat etmemizi istediği şey mimari ve kentsel olanın saldırıya uğramış halidir. Harvey buna “Mutenalaştırma”  (ya da kentsel soylulaştırma) adını verir, mutenalaştırma yurttaşları yerinden-yurdundan, kültürel ortamından, çevresinden etme edimi olarak kentsel rantın, yeniden paylaşımın adıdır.

Türkiyeli sanatçıların bir bölümü bir süredir bunları, işgale uğramış kentleri, mahalleleri, sokakları resimlerinin ve her türlü sanatsal deneyimlerinin odağına taşımaktalar. Duymaz’da tuvalini kentinin belleğine hasredenlerin başından gelir. Biraz geriye dönersek (Ankara için) Eşref Üren’in karpostal havasındaki güzelim Ankara manzaraları ile Turan Erol’un gecekonduları, kömür deposu konulu kent araştırmaları sadece plastik değerleri değil, tarihsel ve toplumsal hafızamızın ontolojisine ilişkin kayıtlar olarak resim tarihimize geçerler.

Şu son on beş, yirmi yılda gelişme gibi sunulan kimi şeylere tanıklık etmekteyiz. Şehir obez bir biçimde şişerek büyümekte, sorunlu ve şizoid bir gelişim tüm şehirleri tektipleştirmektedir. Duymaz bu durumu; mutenalaştırma denilerek, yerel sakinlerini söküp atma pahasına radikal müdahalelerle değiştirilen gecekondu mahalleleri, kent merkezleri ve varoşlarını  resimleri ve fotoğrafları ile güçlü bir anlatımla kayıt altına almaktadır.Sanatçımız Proustvari bir kayıt düşme izleği üzerinde sürekli şehrini araştıran, izleyen, not tutan özne halinden kurtulamaz. Güzellik ideasından çok gündelik hayatın notlarını tutan bir özne, bir flanördür o. Benjamin’in4 Fotoğrafçı Eugéne Atget için dedikleri bugün Mustafa Duymaz için de geçerlidir. Atget, insansız halleriyle çevresini, sokakları, evleri, gökyüzünü, çeşmeleri çekerek Paris’e ilişkin imgelemimizi biçimlerken, Mustafa Duymaz da Ankara’nın hızla değişen, günden güne izlemekten yorulduğumuz ve bir süre sonra vaz geçerek görsel körlükle malül olduğumuz şeylerine fotoğrafları ve resimsel kayıtlarıyla tanıklık eder. O, fotoğraflarla -peşpeşe çektiği estantaneleriyle-,  an be an tuttuğu kayıtlarla belleğin nisyanına karşı duran biridir. Fotoğraflarında bu mutenalaştırma meşruiyetini, kentin geçmişini temsil eden karşıtlıklarıyla bir arada sunarak, geçip giden ile gelenin çatışmalarını belleğinin, imgeleminin süzgecinden geçirerek keskin saptamalarla sunar. Yapıtları, görsel notları, aşinaymışız gibi olduğumuz keskin karşıtlıklar içerir. Hüzün ve öfke bu izleklerin bakiyesidir. Bu nedenle Lefebvre’nin Kent Hakkıvurgusu onun doğasının bir parçası olmuştur. O kent hakkını temsil eden bir duyarlılığın sanatçıdır.

İçinde yaşamayacağı binaları inşa eden işçiler, baretlerini kullanma kültürü olmayan proletarya, geldiği kır’a ilişkin imgelemini –manzarayı- inadına tahrip etme zorunda olan insanlardır onun konusu. Çelik konstrüksiyonların, devasa teknolojik aygıtların, dev makinaların homurtularla saldırdığı dünyanın yıkımıdır Mustafa’nın konuları. İnşaatın iskelelerinin ardından görünen gecekondular, avuç içi kadar gökyüzüne hasretliğin görsel notlardır… Gri betonarme ve çelik yapılarla kentin eski görüntülerinin yapboz oyunları gibi bir araya getirildiği fotoğraflar ve resimsel bu deneyimler Baudrillard’ın Simulakrum’una birer kanıt gibidirler. Gerçek değillerdir, gerçeğin ötesi…

Sanatçı kendisiyle söyleştiğimizde, “demir ve betondan vazgeçmiyorum, bir şekilde makinayı göstermek istiyorum”, diyor. Bazı görüşmelerinde de fütürist izlekten söz etmektedir. Erken 20. Yüzyıl anlatısı olarak fütürist ide, biçimbilimsel bir anlatı ve ütopya olarak gelecek fikrini, insanlık ütopyasını simgelemektedir. Şimdi olsa olsa heterotopya’dan söz edilebilir, diğer yandan, Kent Hakkını savunamazsak bize kalan distopyadır. Duymaz, distopik dünyaya karşı ütopyayı özler ve insani bir çevre bilinci ile kayıtlar tutar.

Eyfel Kulesi, Tatlin’in III. Enternasyonal Anıtı projesi cam, çelik ve beton ile birlikte kuruluşuna katkı yaptığı modern kent ve kamusal alanın pek çok bakımdan fütürist, konstrüktivist ideayı bir dünya tasavvuru haline getirdiğini söyleyebiliriz. Sanatçı yaşadığımız bu dünyanın kent alanlarını, geniş manzaralarını, mahallelerini, sokak aralarını, satıcılarını, pazar yerlerini, meydanlarını, büyük ve geniş gökyüzünü özler, diğer yandan çağın, özellikle inşaat sektörünün devasa mekanik ve dijital aksamlı gereçlerini de büyüleyici bir biçimde fotoğraflarına, oradan da resimlerine geçirir. Post fütürist bir imgelemle, şehir ve manzaradan oluşan bir kompozisyondur, inşa edilen. Dolayısıyla Duymaz’ın resminin, sanatının birkaç katmanı vardır. Bu katmanlar çatışmaları, uzlaşımsız durumları not etmektedir. Çoğunlukla doğayı, insani ortamı, yitip gitmekte olanları kayda geçiriken bir yandan da yıkıcı makinaları, kurucu makinaları, günümüzün reklam dünyasının devasa görsel imajlarını –reklam panolarını- resminin ana izleğine yerleştirir. Reklamlar5 gerçeği geriletip panoptik bir tahakkümle yaşantımızın merkezine yerleşir. Reklam panoları ve eşliğindeki metinler toplumsal yaşamımızın belirleyici unsurlarından biridir. Onlar, Mustafa Duymaz’ın resimleri üzerinden bize simüle edilen öteki dünyayı işaret ederler. Bu durumun kendisi simulakrum ve hakikat çatışmasını doğurur.

Platon’dan beri peşinde olduğumuz hakikat bizi tarihsel, felsefi ve artistik temsilli içerik olarak uğraştırmaktayken şimdi de popüler deyimle (Donald Kuspit öyle der) bir Yeni Eski Usta olarak Mustafa Duymaz bize yaratılan Simulakrum durumu göstermektedir.

Bütün yukarıdaki nedenlerden dolayı modernist izleğin dışında olan Duymaz, modernitenin önemli kavramsal uğraşılarından olan şehir ütopyasına ve ideasına yüceltici, estetize edici bir gözle bakmaz. Bildik anlamdaki Fütüristik kaygısı geç kalmış bir nostalji olurdu öte yandan. Diyalektik bilindiği gibi karşıtların çatışmasıdır, sanatçımız içinde yaşadığı şehre bu diyalektik çatışmaların izleğinden yaklaşır. Bütünüyle inşaat alanına dönüşen kentte salgın olduğu gibi, işine gidip geldiği yolun sağlı sollu çokkatlı binalarla kuşatılması, özellikle panoptik merkezin gözcüsü gibi sanatçımızı bir yandan teknolojik ilerleme, diğer yandan gökyüzünün kuşatılmışlığı ve rantçı pazarlama, paylaşım savaşlarının kayıtlarını tarihe geçiren bir flanör yapar.

– Şinasi Tek