Öte yandan Fresko, galeri mekânına yerleştirdiği bir ekran aracılığı ile deniz duygusunu izleyiciye daha güçlü hissettirmeyi amaçlıyor ve hayaller ürettiğimiz denizin taşıdığı bir trajedi ile haz atmosferine gizlenmiş ağır bir gerçekle yüzleştiriyor.
Sabrina Fresko bu sergisinde, ilk bakışta denizi, dalgaların köpüğünü ve onların kendisi ile duygusal ortaklığını konu ediyor. Farklı boyutlarda, ama neredeyse hep aynı hareketleri içeren biçimleriyle karşımıza çıkan heykeller, bize dalgaların kıvrımlı ve birbirlerini tekrar eden gel-gitlerini anımsatıyor. Bu heykeller aslında denizin doğrudan betimlenmesinden çok, sanatçının onu kıyıdan seyrederken ya da kendisini zaman zaman sulara bırakıp usulca ilerlerken, kapılıp gittiği hayaller ve o hayallerin kendisinde yarattığı duyguların görüntüsüdür.
Öte yandan sanatçı, galeri mekânına yerleştirdiği bir ekran aracılığı ile deniz duygusunu, o duygunun kendi yaşamını nasıl etkilediğini, izleyiciye daha güçlü hissettirmeyi amaçlıyor. O ekranda sanatçının gözünden denizi görüyoruz; sanki onun içinde ilerliyoruz, yumuşak kulaçlar atıyoruz, bedenimize tuzlu suyun serinliği değiyor. Bu ilerleyiş sonsuza kadar sürecek ve önümüze çok geniş bir hayal dünyası serilecek. Artık gezindiğimiz yerler birtakım topoğrafyalar değildir; limanlar, plajlar, kentler, köyler, ormanlar, bahçeler vb. de değildir. Bir hayal dünyasına doğru, onun yersiz ve zamansız derinliğine doğru kulaç attıkça, sokağın gündelik pratiğini geride bırakıyoruz ve bir süre sonra da o pratiğin bize dayattığı gerçekliği tümüyle unutuyoruz. Hayal dünyası her yanımızı kuşatmıştır, istesek de onun hazzından kurtulabilmemizin bir olanağı kalmamıştır. Ve tam o sırada heykelleri yeniden düşünüyoruz. Aynı, sanatçının sergiye düştüğü şu notta belirttiği gibi: “Hayal dünyamdan çıkan form, yine hayal gücümü tetikliyor; hep yapıp durduğum sonsuzluk şekline dalıveriyorum, denize daldığım, sonsuz kulaç hareketleriyle yüzdüğüm gibi.”
Hayal dünyasının çekiciliğine kapılmış bir kişi, kendisini o dünyadan kolayca kurtaramaz. Uyanık haldeyken algıladığımız nesneler, hayaller başladığında sınır çizgilerini ansızın yitirir, işlevlerini ve anlamlarını değiştirir. Olaylar da böyledir: Neden-sonuç ilişkileri orada da yönünden sapmış ve şaşırtıcı zig-zaglar ile gökyüzünde izler bırakan, geçici-anlık durumlara dönüşmüştür. Böyle bir ortamda her görüntü göz alıcıdır, kişi büyülü ve haz verici bir sahneye davet edilir. İşte engin bir suyun içinde yüzmekteyizdir; ilerledikçe hayaller büyümekte, nesneler birbirlerine karışmakta, olaylar ise alışılmış mantığını terk etmektedir. Zihnimiz, hayaller üreten bir makine gibi çalışmakta ve denetlenememektedir. Kısacası, hazzın peşine düşmüşüzdür ve başka hiçbir şey düşünmeksizin ve başka hiçbir şey hissetmeksizin ilerlemekteyizdir. Dalgalar usulca yüzümüze değmeyi sürdürmektedir.
Pekiyi, hazzına kapılıp gittiğimiz şey, bir hayal makinesinin ürettiği bazı ilginç biçimler ya da bulanık olaylar mıdır? Pek değil… O kapılıp gittiğimiz sahne, hayal kurma ortamının kendisidir; denetimsizce çalışan o makinenin, yani kendi hayal kurma yetimizin hazzını tatmaktayızdır. Böylece daldığımız deniz, düpedüz kendi hayal gücümüzdür ki işte ekrandaki deniz görüntüsü aynen onun temsilidir. O denizde ne kadar süre yüzebiliriz? Soluğumuzun kesileceği bir an olacak mı? Kıyıya varabilecek miyiz? Hayal dünyasını yaratan o denizin içinde, bu soruların yanıtlarını düşünmemiz olanaksız hale gelmiştir. Değil mi ki ürettiğimiz hayaller bizi içine almıştır, o halde sanatçının galeriye yerleştirdiği o ekranın karşısında, bizim bu gibi sığ soruları düşünmemiz bile tuhaftır; bundan böyle hiçbir şey, bizi haz verici hayallerden, özellikle de hayal kurmanın hazzından ayıramayacaktır.
Bir hayal ortamı olarak bir denizin ortasındayız ve çevremizde o denizin ürettiği biçimler yüzüyor: Galeriyi boydan boya kaplamış dalgaları andıran kıvrımlarıyla, renkli heykeller… Sanki denize adanmış bir ayin sırasında yapılmış idolleri andıran, sahilden toplanmış taşların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş küçük heykelciklerin görüntüleri…Biz galeride bunların arasında geziniyoruz, orada kendi yolumuzu izliyoruz, yumuşak kulaçlar atıyoruz ve bedenimizde, aynı sanatçının hissettiği gibi tuzlu suyu hissediyoruz; dalgaların köpüğü yüzümüze vuruyor. Nasıl ki zihnimiz, hayal kurmanın hazzından ayrılamamaktadır, o hazzın içinde üretilmiş biçimlerden, yani sanat yapıtlarından da ayrılamayacaktır. Öyle ki bu heykelleri önüne geçilmez bir iştahla seyredip tüketeceğiz; daha fazla haz arzu edeceğiz ve aralarından geçerken gözlerimizi, daha ötede başka şeyler bulmak için açacağız. Biraz ileride, bu heykellerin biçimlerini andıran, daha küçük ve daha süslü metal biçimlere rastlayacağız. Anlayacağız ki peşine takıldığımız o haz duygusu, artık bizi derinliklerden çıkartıp gündelik hazlara doğru da sürüklemektedir: Heykellerin, giderek gösterişli takılar haline geldiğine tanık olacağız sonunda… Ve o gösterişli takılara bakıp bu kez de şöyle düşüneceğiz: Bu haz dünyası içinde kalmayı, daha ne kadar sürdüreceğim? Daha ne kadar haz arzu edeceğim?
Fakat biz izleyiciler, bir süre sonra bu düşten uyanacağız; hazzın daha ne kadar sürdürülebileceği ya da bir hayal sahnesinin bizi daha ne kadar tutsak edebileceği üzerine oluşturduğumuz sorular, ansızın yanıtını bulacaktır. Sert bir yanıt alacağımızdan da hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Sabrina Fresko’nun deniz ile kurmuş olduğu bu ekrandaki duygusal bağa ve o bağ aracılığı ile gerçekleştirdiği haz dünyasına kendimizi kaptırmışken, o haz ortamına alışmaktayken, üstelik hayal sahnesinden çıkan çekici ve sürprizli biçimlere mutlak bir uyum sağlamışken, sanatçının bizim için kötü bir sürpriz hazırlandığının farkına varmıyoruz. Öyle ki duvarlardaki küçük, ilk anda dikkat çekmeyen ekranlara yaklaştığımızda, o hayaller ve hazlar ürettiğimiz denizin taşıdığı bir trajedi ile yüz yüze geliyoruz: Şişme botların içinde, bilinmezliklerle dolu bir kader yolculuğuna çıkan göçmenler… Ve kıyıda bekleyerek, o denizin ufkuna bakarak, benzer bir yolculuğa hazırlanan diğerleri… Bizim kapıldığımız haz atmosferine gizlenmiş ağır bir gerçektir bu…
Sabrina Fresko bu sergisiyle, hazzın içine sinmiş şiddeti gösteriyor izleyiciye; “dalgaların köpüğü”, yakından göründüğü haliyle çok da cazip değildir artık bizim için. Ve o halde bu sergiyi yeniden düşünmek zorunda kalıyoruz. Heykellerin, bazı formların ve bizi kendimizden geçiren o ekrandaki deniz görüntüsünün hazzı, niçin bizden geri alınıyor? Niçin sanatçı, galeriye kurmuş olduğu bir hayal sahnesini ve oradan üretilebilecek sayısız haz nesnesini, bir anda kendi elleriyle bozuyor? Niçin biz bu çekici, kişiyi kendinden geçirici ortamın konforunda, yeniden bir şeyler düşünmek zorunda kalıyoruz? Böylece, belki ilk anda şunu kavrıyoruz: Derin hazlar ya da daha basit hazlar… Ve o hazları bize sunan çeşitli biçimler… Birilerinin bunları elimizden almaya, bu hayal ürünlerini bozmaya hakkı var mı? O kişi sanatçı da olsa, hakkı var mı? Yanıt kolaydır: Yok elbette… İyi de o halde sanatçı, bu sergide niçin bize böyle bir oyun oynuyor? Niçin karşımıza, ansızın bizi uyandıracak ve bizim haz duymaktan rahatsız olacağımız görüntüler getiriyor? Bu soruların yanıtlarını ararken, bir de şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Mademki sanatçı, yapıtlarıyla oluşturduğu hazzı yıkmayı yeğlemekteydi, niçin galeriyi bir haz ve hayal ortamıyla donattı?
Sonuçta, bu serginin can alıcı noktası burada beliriyor: Sanat, elbette haz üreten biçimlere sahiptir ve bunu da kullanır. O haz ve hazzı üreten hayal gücü, sanatın temel taşlarından biridir kuşkusuz; burası tamam… Ama sanat, aynı zamanda şunları da sorar: Haz ve hayal gücü, saf ve bağımsız kavramlar mıdır? O hazzı yaratan hayal gücü, tek yönde mi işler? Hazzı yaratan kişi, zihnini “başka” her şeyden kurtarmış mı demektir? Öyle değildir; haz üretildiğinde ve biçimler ya da olaylar yoluyla öne sürüldüğünde, onların içine kesinlikle “başka” şeyler de sızmıştır… Rahatsız edici şeyler de olabilir bunlar… Bu durumda her hazzın altını eşmek gerekir, sanatın yaptığı özellikle budur. Dolayısıyla Sabrina Fresko’nun bu sergide yaptığı da budur: Hazzı yıkmak değil, hayal gücünün yöneldiği, kendisini kurtaramadığı “başka” şeyleri de bulup çıkartmak ve onları hazzın içine sızdırmak… İşte bu sergide, hazzın yapısının yeniden ayrıştırılmasına, onun dışarıdan görünen biçimindeki çelişkilerin ortaya saçılmasına, içine sızmış şeylerin açığa çıkartılmasına tanık oluyoruz.
Bu sergide yaşadıklarımız, Leonard Cohen’in “Everybody Knows” parçasındaki şu sözler ile ne kadar iyi örtüşüyor: “Yaşlı kara Joe hâlâ pamuk topluyor / Senin kurdelelerin ve fiyonkların için / Ve herkes biliyor…
Ve o denizi herkes biliyor: Dalgaların o çekici köpüklerinin içinde neler olduğunu…